Emre Göllü- 27 Kasım 2011 Spor gündeminin en önemli gelişmelerinden biri, Abdullah Avcı’nın A Millî Futbol Takımımızın Teknik Direktörlüğü görevine getirilmesi oldu. Guus Hiddink yönetiminde alınan başarısız sonuçlardan sonra bu değişiklik yadırganmadı ki İstanbul’da Hırvatistan’a karşı alınan yenilgi, bardağı taşıran damla oldu.
Aslında, Guus Hiddink göreve başladığından beri, onun A Millî Takımımızın Teknik Direktörlüğü görevi için doğru bir seçim olup olmadığından başlayan, Türkiye’de sürekli olarak yerleşik bulunmamasıyla süren ve kadro tercihleriyle ayyuka çıkan bir tartışmalar silsilesi yaşandı.Hiddink, Türk futboluna âşinalığı bulunan, uluslararası deneyimi çok yüksek ve hem kulüp hem de Millî Takımlar bazında başarılı bir çalıştırıcı olduğu gerekçesiyle göreve getirildi. Ayrıca, Hiddink’in göreve gelişiyle birlikte Millî Takımlarda yeni bir yapılanmaya gidileceği ve orta ile uzun vadeli hedefler için çalışmaların başladığı açıklandı.
Ancak, uygulamada gördük ki orta ve uzun vadeden önce kısa vadedeki hedef olan Avrupa Futbol Şampiyonası’na katılım öne çıktı ki uluslararası düzeyde önem taşıyan büyük ölçekli iki turnuvaya katılamamış bir takım için bunu da yadırgamamak gerektiği düşüncesindeyim. Hedefler anlamındaki bu yaklaşım farklılığı, sorunların temel noktalarından biriydi kanımca zira Hiddink’ten eşzamanlı olarak hem A Millî Takımımızı Avrupa Futbol Şampiyonası’na götürmesi hem de kadroyu gençleştirmesi beklendi ki mevcut koşullar ve kadro yapısı itibarıyla bu mümkün değildi. Sonuçta, kısa vadeli hedefe ulaşılamaması, Hiddink’in akıbetini belirledi.
Diğer taraftan baktığımızda, Hiddink, bir emanetçi teknik director yaklaşımıyla sürdürdü görevini, işini benimsediği ve sorumluluk taşıdığı algısını kamuoyunda uyandıramadı. Federasyon bünyesinde görev yapan diğer teknik adamlardan tutun, kulüplerin teknik direktörleri ve medyayla olan iletişimi sürekli soru işaretleri yarattı. Futbolcularımızın alışkın ve yatkın olmadığı 4-3-3 sisteminde, bu sistemin etkili işlemediği hazırlık maçlarında kendini gösterdiği hâlde ısrarı ve buna bağlı olarak gelen başarısız sonuçlar, ona olan güveni temelinden sarstı. Önemli maçların öncesinde rakipleri göklere çıkartırcasına konuşmaları ise herkesi hayrete düşürdü ki bu konuşmalar, başarısızlığa peşinen kılıf uydurmak gibiydi.
Sonuçta, Abdullah Avcı ile yeni bir dönem başladı A Millî Takımımız için. Avcı, kendisini Rizespor, Kasımpaşa ve İstanbulspor formalarıyla oyuncu olarak izlediğim ve istikrarı ile mücadeleci tarzını beğendiğim; sonrasında antrenörlük kariyerinde de istikrarı ile dikkat çeken bir spor adamıdır. Kulüp takımı çalıştırıcılığından önceki antrenörlük kariyerinde Altyapı Millî Takımlarında başarılı sonuçlara imza attığı ortadadır. Süper Lig’e ilk çıktığında asansör takım olur gözüyle bakılan İstanbul Büyükşehir Belediyespor’u da istikrarlı bir sportif düzeye ulaştırmıştır. Bu aşamada bana göre kritik unsur, Avcı’ya gerek Federasyon’un gerekse spor kamuoyunun tanıyacağı kredidir. Orta ve uzun vade gözetilerek Millî Takımlarımız için bir değişim süreci başlayacaksa bunun aşamaları düşünülmeli ve Avcı’nın performansı buna göre değerlendirilmelidir, gerekli açıklama kamuoyuna yapılarak farklı beklentilerin önüne geçilmelidir. Eğer, kısa vadede 2014 DünyaKupası’na katılmak ve bu turnuvada belli bir aşamaya gelmek gibi belirgin bir hedef Avcı için konuluyorsa, bu durum kamuoyuyla açıkça paylaşılmalıdır. Daha önce benzer bir deneyimi Türk futbolu Ersun Yanal ile yaşadı. Tarih tekerrürden ibarettir felsefesine bağlı bir sonuçla yeniden karşılaşmamak için başlangıçta Abdullah Avcı’ya fırsat tanımalı ve makûl beklentilerle yaklaşmalıyız. Avcı’nın spor adamlığı dışındaki olası kimliklerine dair yaklaşımlardan kaçınılmalı bana göre, çünkü bunlar sportif başarıyı doğrudan etkiliyor kaçınılmaz olarak. Zaten kim olursa olsun, siyasî bir kimliği yeşil sahalara yansıtan teknik direktör de futbolcu da en baştan kaybetmeyi seçmiştir kanımca. Spor adamının mücadelesi spor alanında olmalıdır, başka alanlarda değil. Abdullah Avcı’ya bu önemli görevde başarılar diliyorum.{jcomments on}